Monday, December 21, 2009

Disleksi

Bir Alice Cooper sarkisi ayni zamanda Disleksi. Isterseniz sarkinin çevirisini yapalim güzel Türkçemize ve biraz tuhaf kaçsa da anlamaya çalisalim Disleksiyi bu sarkidan…..

Bazen dünyam karmakarisik oluyor..
Ve kelimeleri tersinden görüyorum…
Sehre indigimde dönüs yolumu bulamiyorum,
Bazen nesneleri sagdan sola görüyorum…
Ve biliyorum bunun hiç de normal olmadigini…
Sana rastladigimda sanki duvarlara tosladim…
Kimse bilmiyor bendeki problemin ne oldugunu…
Onlar bende ödem var saniyor…
Bu bir ask mi ?
Yoksa Disleksi mi
Disleksi…
Disleksi...


Disleksi kelimesi Yunanca 'dys' (sagliksiz veya yetersiz) ve 'lexis' (kelimeler veya dil)'in yan yana gelmesiyle türemis ve konusma, dinleme, okuyup-yazma, muhakemede bulunma ve matematik islemleri yapma yeteneklerinin elde edilmesi ve kullanilmasinda önemli zorluklarla beliren bir ögrenme bozuklugudur. Nitekim en son yapilan arastirmalarda görülen disleksinin beynin sol tarafinin çalisma bozuklugundan kaynaklanmasina karsin daha çok sözel beceride sorun çikaran bir rahatsizlik oldugu ve bazi disliksiklerin sayisal yönlerinin normalin daha da üstünde oldugu yönündedir.

Ögrenme bozuklugunun son yillarda en çok kabul gören tanimi 1988 yilinda ABD Ulusal Ögrenme Bozuklugu Birlesik Komitesi (NJCLD) tarafindan yapilmis olanidir. Bu tanimda, ögrenme bozuklugu genel bir terim olarak algilanir. Bu bozukluklarin bireyin yapisiyla ilgili oldugu ve merkezi sinir sistemindeki isleyis bozukluguna bagli oldugu varsayilmaktadir.

Ayrica kendini idare etme, sosyal algilama ve sosyal etkilesim sorunlari da birlikte görülebilir. Sorunun yasla birlikte düzelmedigini ve ögrenme bozukluklari ile ögrenme sorunlarinin farkli oldugunu da görüyoruz. Bu duruma ek olarak da konusmada gecikme, dil becerilerinde ve siralamada hataya düsme, sag-sol ayriminda bozukluk ile de birlikte görülebilen bir psikiyatrik sorundur. Kesinlikle zeka düzeyleriyle alakali degil ve hatta zeka düzeyleri çok yüksek insanlarinda genelde muzdarip oldugu bir bozukluktur ki nedeni de ögrenmek için gerekli olan zihinsel organizasyonun bazi açilardan yeterli olmayisidir. Aslinda Disleksi bir hastalik degil aksine zihinsel bir farkliliktir. Cevaben “Disleksi” diyebilecegimiz en guzel soru “Çok iyi bir çocuk, çok çalisiyor ama neden yapamiyor?” dur.

Ögrenme bozuklugunun ortaya çikmasinin tek bir nedeni yoktur. Gelisimsel nörobiyolojik bir bozukluk olarak tanimlaniyor. Ailevi yönü kuvvetli olmakla beraber çevresel faktörler de neden olabiliyor hastaligin ilerlemesine. Fakat hala tam anlamiyla kesin bir neden bulunamamasi arastirmalarin daha da ileriye gitmesini engelliyor.

Disleksinin nedenleri arasinda beynin sol yarim küresindeki bazi anormalliklerin ve beyin ön lobundaki konusma merkezlerindeki sorunlarin olabileceginin yaninda dogum öncesi annenin geçirebilecegi enfeksiyonlarin, ilaç alimlari ve yetersiz beslenmenin; dogum esnasinda ya da sonrasinda görülen bazi sorunlarin (zor dogumlar, kordon bozukluklari, dogum travmalari, bebegin dogumdan sonra uzun süre nefessiz kalmasi, erken dogum, düsük agirlikli dogum, annenin hamileliginde gebelik toksemisi denen rahatsizligi geçirmesi, bebekte uzayan sarilik gözlenmesi, tekrarlayan kulak iltihaplari, menenjit ve kansizlik gibi) da bu duruma eslik edebildiklerini görebiliyoruz. Ayrica kesin olmamakla birlikte kalitsal da olabildigi vurgulanmaktadir.

Ögrenme bozuklugunun ortaya çikma nedeni ne olursa olsun, önemli olan ailelerin ve egitimcilerin sorunun varligini kabul edip çözüme yönelmesidir. Ailenin ögretmenle ve bir rehberlikçi ya da psikolog ile birlikte çalismasi çocugun bazi sorunlari daha kolay atlatmasini saglayacaktir Bu çocuklarin aileleri dogal olarak digger anne babalara göre farkli duygular yasarlar. Kimisi sorunun nedenini disarida görür ve çözümü, okulögretmen gibi dis etmenleri degistirmekte arar, kimisi de suçluluk duyar, kizginlik hisseder. Endise veren bu durum malesef anne ve babalari depresyona kadar sürükler. Bunun sonucunda da ufak sayilabilcek bir rahatsizlik daha büyük bir yikima sebep olacaktir. Tüm bunlar aslinda sorunun varligini kabul edememeyle ilgili tepkilerdir. Çocuk ve anne-baba açisindan en olumlu yaklasim, anne ve babanin sorunun varligini kabul ederek, çocuga yardim yoluna geçebilmesidir. Bunun baslamasi demek zaten en zor kismin halledilmesi demektir ki bu da hem çocuk hem de aile için katedilecek uzun ve kasvetli yolun yarisinin tamamlanmasidir. En uygun ve yeterli yardimin verilebilmesi sansi “Evet, benim çocugumda ögrenme bozuklugu var” diyebilmeyi yürekten basarmayla artar.

Tedavisine gelince, disleksik insanlar normal yollarin disinda ögrenme yetenegine sahiptirler, yani sorun olarak adledilen sey aslinda herkesin yaptigi seyi ayni sekilde yapamamaktir… Sol kulagini sol elinle tutmak yerine sag elinle tutmaktir belki de… Amerika'da her bes çocuktan birinin disliksik oldugu soylenmektedir ve bu çocuklar icin okullarda çesitli yardimlar uygulanir. Bu yardimlarin en önemlisi de çocuga digerlerinden daha fazla zaman verilmesidir. Aslinda çogu zaman ne ilaca ihtiyaciniz vardir ne de doktora, sadece ve sadece çocuk icin gerekli ortami saglamaniz ve ona yeterince zaman vermeniz problemin büyük bir kismini çözmenizi saglar.. Kesinlikle ve kesinlikle doktor raporu olmadan ilaç kullanmaktan kaçinmalisiniz, ne var ki bu ilaçlar Amerika'daki okullarda peynir-ekmek gibi dagitiliyor.

Ritalin özellikle bunlardan en yaygin olanidir ve çocuklarin ilerki yaslarda madde bagimlisi olmalarina neden oldugu tüm çevreler tarafindan biliniyor. Çocugun dikkatini toplamasina fayda verecegi düsünülen Ritalin aslinda arastirma sonuçlarina göre ebeveynleri rahatsiz edecek türdendir, çünkü Ritalin tipki kokain gibi etki ediyor. Ritalin'in yarattigi etkiyi olumlu sosyal iliskilerle ve deneyimlerle de yaratmak mümkündür.

Gelisimsel okuma bozuklugu olarak da tanimlanan disleksiye erkek çocuklarda kizlara oranla 4 kat daha fazla rastlaniyor. Disleksi' nin görülme sikliginin Amerikada her 5 çocuktan birinde olmasinda karsin Turkiyede yüzde 8-10 arasinda oldugu kabul ediliyor. Bu Turkiyedeki çocuklarda Disleksi'nin daha az görüldügünün degil ülkemizde bazi problemlerin görmezden gelindiginin ya da ihmal edildiginin bir göstergesidir.

Disleksinin en belirgin özelliklerini de su sekilde siralayabiliriz;

- Yazili kelimeleri ögrenme ve hatirlamada zorluk,
- Genellikle solaklik,
- Gördüklerini hatirlayamama ya da zihinlerinde canlandiramamak,
- b, d ve p harflerini, 6 ve 9 gibi sayilari ters algilama,
- Kelimelerdeki harf ya da sayilari karisik algilama,
- Bir cümlenin ortasindan baslamaya çalismak
- Kelimeleri yüksek sesle okumak,
- ne'yi en; 3'ü E; 12'yi 21 olarak algilamak,
- Okurken kelime atlamak,
- “Ayna görüntüsü” denilen sekilde yazabilmek (hem harfler hem de kelimenin bütünü 180 derece tersine çevrilerek sagdan sola dogru yazilabilir, bu yazi aynaya tutuldugunda bildigimiz yazi gibi görünür)
- Hecelerin seslerini karistirmak ya da sessiz harflerin yerini degistirmek,
- Siklikla yazim hatasi yapmak,
- Gecikmis ya da yetersiz konusma,
- Anlama en uygun kelimeyi seçmede zorlanma,
- Yön (yukari, asagi gibi) ve zaman (önce, sonra, dün, yarin gibi) kavramlari konusunda sorunlar,
- Yasadigi yili, günü ve mevsimi ayirt edememek,
- Elleri kullanmada hantallik ve beceriksizlik
- Okunamayan el yazisi vs…

Disleksik çocuklarin çogunda bu sorunlarin birkaç tanesi vardir ancak yalnizca bir tanesinin var olmasi bile çocugun ön egitim gereksinimi duymasina yeterli olabilir. Disleksik cocuklar okula her diger normal çocuk gibi basliyor fakat zaman geçtikce problemler de belirginlesiyor ve diger ögrencilerle olan fark ortaya cikiyor. Özellikle de okumanin önemli bir hale gelmesiyle birlikte (yani birinci sinifin sonlarina dogru) daha da bir açik kendini gösteriyor. Bu evrede çocugunuzu bir psikologa gösterebilir ve test yaptirabilirsiniz. Unutulmamasi gerekilen nokta da ilk olarak problemin tam anlamiyla ne oldugunun belirlenmesidir.

Kendilerinde bu farkli özellikleri gören çocuklar asagilik komplekslerine kapilablirler. Kimsenin kendisini gerçek anlamda anlayamadigini düsünür ve bu içlerine kapali yasamalarina neden olabilir. Bu yüzden de Disleksi beraberinde daha farkli psikolojik bozukluklar getirebilir ki bunlardan en yaygin olani da Dikkat Eksikligi ve Hiperaktivite Bozuklugudur. Bundan baska her yaptiginin yanlis olabilecegini düsünerek, bildigi ve dogru yaptigi seylerden de kusku duyar hale gelebilirler ve bu noktada da Obsesif Kompulsif Bozuklugunun ortaya çikmasina sahit olabiliriz. Anne-baba ve ögretmenlerinin kendisini baskalari ile kiyaslamasi ve sonuçta kendisinden beklenenleri hemen verememesi nedeniyle öfkelidir. Bu çocuklar, özellikle ögrenme bozuklugunun taninmadigi toplumlarda okulda ve ailelerinde anlasilamama sorunu yasarlar.

Okuyamadiklari ya da yazamadiklari için zekâ düzeylerinden kusku duyulur. Aileler panige kapilir, ögretmen ögretememenin sikintisini duyar ve giderek büyüyen bir sorunlar yumagiyla çogunlukla herkes çocuga yüklenir durur. Tabi bu yüklenme biraz bosadir çünkü çocugun bu farkli durumuna iliskin pek bir sey bilinmiyordur. Yalnizca ögretmek vardir fakat ne kara tahtalardan, ne sinifta ikide bir yerlerinin degistirilmesine karsin yasadiklari bocalamalardan ne de ögretmek diye çocuga yasatilan streslerden kimsenin maalesef haberi yoktur. Problemi hep karsi tarafta bulmak ne yazik ki adetimizdir! Bu tablonun sergilendigi bir çocuk için bir doktor nörolojik bir olgunlasmamislik ya da minimal beyin disfonksiyonu bir egitimci ögrenme bozuklugu adlandirmalarini kullanir.

Duymak ve bilmek istedikleri sey aslinda arkadaslari gibi akilli oldugu ancak daha yavas ögrenebildigi ama muhakkak ögrenebildigi gerçeginin kendisine anlatilmasidir. Bir takim toplumsal becerileri kazandikça kendine olan güveni artar.

Disleksi'nin olumlu yönlerinin de varligindan bahsedilebilir. Mesela disleksik çocuklarin iç görüleri (hastaligin farkindaligi) oldukça yüksektir, çok meraklidirlar ve çevrelerinin farkindadirlar. Üç boyutlu düsünür ve öyle algilarlar ki bu da oldukça yaratici olmalarini saglar. Yeni yeni degisik projelerle karsiniza çikmalari gayet normaldir. Bu yetenekler ebeveynler ve okul tarafindan bastirilmazlarsa sonuçta iki karakteristik ortaya çikar. Normal zeka seviyesinin üstünde olmak, olagan üstü bir yaraticilik yetenegi ve de Disleksi'yi birlikte düsündügümüzde de aklimiza Albert Einstein ve Walt Disney gelecektir ki onlarin da Disleksik olduklarini biliyoruz. Ancak su da bir gerçektir ki aslinda dogal bir yetenek olan disleksi okul çaginda eger fark edilip düzeltilmezse çocugun tüm okul yasantisini olumsuz etkileyen bir tablo ortaya çikarmaktadir. Düzeltmekten kastimiz ise çocugun bu yetenegini bastirmak degil ona seslerle de düsünmeyi ögretip zaman, mekan ve arkadaslik konularinda ki kavramlarini düzenlemek ve kendine uygun çözümler bulmasina yardimci olarak onu egitim sistemiyle uyumlu hale getirmektir.

Sonuç olarak unutulmamasi gereken ve asil önemli olan insanin kendi kalitesidir. Hastanin kendisiyle barisik yasayabilmesi sorunun büyük ve zor olan kisminin halledilmesi demektir ki bunu da ne ilaç ne de doktor hastanin kendisi kadar saglayabilir…


hya...

Duyarlilik Sendromu

Scotopic Sensitivity Syndrome yani güzel dilimizdeki anlamiyla “Duyarlilik Sendromu”nun geçmisi o kadarda eski degil. 1980 yilinda, yani ben dünyayi annecegimin karnindan izlemeye basladigim zamanlarda bir egitim psikologu olan Helen Irlen tarafindan ortaya atiliyor.

Ortaya çikis nedeni hala tam anlamiyla kesin bilinmemekle birlikte gözdeki retinadan ya da beynin görsel kismiyla alakali bir problemden kaynaklanabileceginden süphe edilmektedir. Çogu hasta maalesef Irlen Senrdomu'nun çok iyi bilinmemesinden dolayi yanlislikla Disleksik ya da Ögrenme Problemi adi altinda iyilestirilmeye çalisilmaktadir. Disleksi'nin bile 1881 yilinda ortaya atildigini düsünürsek, bu kadar yil içerisinde hala ülkemizde yaygin olarak bilinilmemesi 20 yillik bir mazisi olan Irlen Sendromu'nun ne derecede yaygin oldugunu düsünmemize bile gerek yok sanirim.

Irlen Sendrom'u olan bireyler çevreyi, ya da nesneleri farkli bir gözle görürler. Devamli bir adaptasyon süreci içerisindelerdir ve okumak ya da algilamak için sarfettikleri enerjinin de malesef farkinda degillerdir ki bu enerji sonralari daha farkli problemlere die neden olabilir. Bunlardan farkli olarak da okuma, motivasyon, zihinselruhsal saglik ve dinlemeyi de derinden etkileyebilmektedir. Okuma kabiliyetlerinin yetersiz ya da cok yavas olabilmesinin yaninda, kavrayis ve anlayis yetersizligi, okuma süresinde olusabilen gerginlik, yorgunluk, bitkinlik, ya da halsizlik baslica ortaya çikabilen sorunlardir.

Irlen Sendromu diger bazi psikolojik ya da nöropsikolojik problemlerle de birlikte ortaya çikabilir, örnek olarak Ögrenme Bozukluklari, Disleksi, Otizm ve Dikkat Eksikligi Ve Hiperaktivite Bozuklugu'nu gösterebiliriz. Irlen'un varliginin bilinmesi de bu saydigimiz problemlerin tedavisini daha da kolaylastiracaktir.

Irlen Sendromu'nun bazi belirtileri sunlardir;

-Okurken kelimelerin ya da dizginlerin atlanmasi,
-Bulunulan noktanin kaybedilmesi, ya da tekrar okunmasi,
-Okurken, dikkatin baska yerlere kaydirilmasi, dikkati toplayamama,
-Okumanin yormasi ve okuma esnasinda bi çok defa durup dinlenmek ya da dinlenme ihtiyaci hissetmek,
-Kitap okurken bas agrilarinin ortaya cikmasi,
-Okurken gözlerin kasinip sulanmasi,
-Uzun okuma parçalarinda yasanan zorlanmalar,
-Çocugun kitap okurken gözlerini kisarak ve kirparak okumaya çalismasi,
-Los isikta okumanin daha fazla tercih edilmesi,
-Kitap okurken, kitabin göze çok yakinlastirilmasi,
-Çocugun okurken parmagini, ya da bir kalemi okudugu yeri kaybetmemek için kendine yardimci olmasi için kullanmaya çalismasi,
-Kitap okurken kolayca konsantrenin kaybedilmesi, saskin bir hale dönüsmek,
-Okunulan bir metnin kisa süre içinde unutulmasi,
-Çocugun kitap okurken aktif, yerinde duramayan,kipir kipir bir çocuk görünümüne donüsmesi…
-Kelimelerin bulanik ya da sayfa içerisinde yer degistiriyor gibi görünmesi,
-Parlak ya da canli nesnelerden rahatsizlik duymak,
-Okuma esnasinda bas agrisi ya da mide bulantisi yasama,
-Yazarkan çizgi üzerini tam olarak tutturamama,
-Derinligi algilamada ya da oyun esnasinda top yakalama gibi görsel oyunlarda yasanabilcek problemler…

Pekala Irlen Sendromu'nu ortaya çikaran nedenler nelerdir? Yazinin basinda da belirttigim gibi Irlen Sendrom'unun henüz tam anlamiyla ortaya çikis nedeni saptanamamistir. Görsel algilayis problemi oldugunu biliyoruz ve bunun gözdeki retinadan ya da beyindeki görsel kortekslerden ortaya çikabilecegi düsünülüyor. Egerki problem agir ise hasta degil kelimeleri bazen hiç bir harf bile göremeyebilir, fakat genel itibariyle kelimelerin sayfa içerisinde hareket ettiklerinden bahsedilmektedir. Ayni zamanda bulaniklasan ya da tuhaflasan bir sablondan bahsedebildiklerine rastliyoruz. Eger problem hafif ise, genellikle bas agrisi, göz yorgunlugu ya da bitkinlik ortaya çikar. Ve bu asamada egerki çocugunuz okumayi kesmeyip daha da üzerine giderse problemin artabilmesi mümkün.

Genellikle parildayan isik, floresan isigi, ya da parlak/cilali kagit problemin daha da artmasina neden olabilmektedir. Irlen Sendrom'unun genel itibariyle en agir görünebilecegi zaman çocugun kitap okudugu zamandir. Genel itibariyle, cogu ögrenci florasan veya kuvvetli isiklar karsisinda rahatsiz olmayabilir ama Irlen Sendrom'u olan birisinde bu tip isik türleri onlari rahatsiz edecektir. Mesela çocugu okulda florasan lambalarinin altinda düsünecek olursak, birkaç dakikalik okuma sonrasinda dinlenme ihtiyaci hissedecek ya da rahatsiz olmaya baslayacaktir. Sonrasinda da bas agrisi, hayal kirikliklari yasayarak yerinde oturamayarak, saga sola dogru hareket etmeye calisacaktir. Bulundugu ortamdan kaynaklanan bir gerginlik, agresiflik, dikkat dagilmasi ya da daha farkli fiziksel problemlerle karsilasabilecektir. Bunun sonrasinda olusabilecek problemler de en az Irlen kadar önemlidir. Çünkü elbette ögretmeni ile çocuk arasinda bu problemden kaynaklanan bir anlasmazlik cikabilir. Bu ikili arasinda olusabilecek bir kopukluk da çocugu kendi hayal dünyasina itecektir ki bu da daha büyük problemlerin baslangicidir.

Ögretmenin yapabilecegi en faydali sey, çocugun üzerine gitmeyip problemin neden kaynaklandigini anlayabilmek olmalidir. Kesinlikle ve kesinlikle çocugun dikkatini toplayabilmek için herhangi bir ilac kullanilmamalidir (Ritalin vs…) Çocukla daha yakin bir iliski kurulup sorunun nedenleriyle yüzlesmeli ve çocugun özgüveninin kaybedilmesine sebep olmamalidir. Irlen Metoduna gelince, yapilmaya çalisilan sey çocuga uygun renklerin ortaya çikarilip ona göre özel bir örtü yapilmasi ve genellikle de okurken bunun çocuk tarafindan kullanilmasidir. Çocuk için özel olarak hazirlanan “renk süzgeç”leri sayesinde, okuma esnasinda ortaya cikan ve probleme neden olan isiklar, renkler vs. bu özel filtreler sayesinde engellenmekte ve çocuk için uygun ortam hazirlanmaya çalisilmaktadir. Beyine yanlis giden sinyaller bu özel filtreler sayesinde engelleniyor ve çocuk da sayfayi daha net ve kolay görebiliyor. Hatta bu özel “renk süzgeç”leri Amerika'da gece araba kullanmanin sagliklarini bozdugunu söyleyen kisilere de tavsiye ediliyor.

Sonuç olarak Irlen Sendromu'nun tedavisi için renkli süzgeçlerin kullanildigini ve bunlarin kelimeler ile sayfa arasindaki farkliliklari degistirdigini görüyoruz. Öncelikle çocuk için uygun kombinasyon belirleniyor ve çocuk için özel “overlay” hazirlanip okurken kullanmasi için çocuga sunuluyor. Ikinci olarak da hafif renkli gözlüklerin çogu insane için de tavsiye edildigini görmekteyiz. Renk filtreleri Irlen Sendrom'u olan çocugun kelimeleri ve sayfayi daha kolay ayirt edebilmesini sagliyor. Hiç bir çocuk ne kötü olmak ister ne de derslerinden kötü not almak ister. Çocugunuzun bu davranislarina neden olacak bu problemeleri siz yani veliler ve aile öncelikle saptarsaniz, aranizda yasanan problemleride en aza indirmis olursunuz. Mutlaka çocugu rahatsiz eden ve onu böyle davranmaya iten nedenler vardir altinda. Bu yüzden de çocuklariniza yardimci olmak için elimizden geleni yapmaliyiz.. Çocugu kesfetmek, ne isteyip ne istemedigini bilmek, ve onun ne olursa olsun yaninda olmak bu yolda buyuk bir mesafe katetmektir...

hya...

Sunday, December 20, 2009

Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB)

Bazı insanlar ellerini yıkamayı çok sever fakat bazıları daha çok... Hatta durmak istediklerinde duramazlar çünkü ellerinin tam anlamıyla temizlenmediği hissi onlara musluğu kapattıramaz… Hatta bazen eller kızarana ve soyulana kadar devam eder bu ve günde bir kalıp sabun bitirebilir veya çamaşır suyu bile kullanılabilir bu temizlik esnasında...

Yemek yenilir aynı seneryo…
Su içilir aynı seneryo…
Bu yüzdendir hep okula geç kalmalar, her zaman bir acele içinde olmalar… Çünkü vaktin büyük bir kısmı “elleri yıkama sevdası” ile sürer gider. Hatta tırabzana ya da kapı topuzuna sırf sonrasını bildikleri icin dokunamazlar…


Obsesif Kompulsif Bozukluk psikiyatri literatüründe ilk kez Robert Burton'un üç ciltlik başyapıtı "Melankolinin Anatomisi" adlı eserinde geçmiştir. Eserde bir erkek hastadan bahsedilmektedir ve bu hasta köprülerden geçememekte, bir havuzun ya da yokuşun başında duramamaktadır. Sessiz ortamlarda "kontrolsüzce bağırmaktan" korkmaktadır. Hayal gücü, üzüntü ve korku, utanç ve rezil olma, öykünme, nefret ve intikam arzusu, öfke , tatminsizlik, gibi çeşitli ve kimi zaman birbiriyle çelişen nedenlerle ilişkilendirmiştir hastayı. “Zihinsel Hıçkırıklar” olarak da geçen OKB’nin başlıca özellikleri obsesyonlar (saplantılar) ve kompulsiyonlardır (zorlantılar).

Obsesyonun en iyi tanımı Schneider tarafından yapılmıştır. Ona göre obsesyon kişinin kendisini bir bilinç içeriğinden kurtaramadığı zaman ortaya çıkar. Bunlar hastanın aklından atamadığı veya aklına gelen ısrarlı düşünceler, dürtüler, imajlar, kuşkular ve korkular şeklinde olur. Obsesif kompulsif bozukluk bireyde çok fazla sıkıntı yaratan ve gündelik işlerin yapılmasında sorun yaratan, aklın ısrarlı ve kontrol edilemeyen düşüncelerle dolduğu ya da kişinin bazı davranışları tekrar tekrar yapma zorunluluğu hissettiği bir kaygı bozukluğudur. Bazı durumlarda kişide genel olarak yüksek obsesyon ve nadiren kompulsif davranışlar görülürken bazı durumlardada obsesif düşüncelere kompulsif davranışlar hemen eşlik eder.

Obsesyon ya da nam-ı değer saplantı, kişinin rahatsız edici bulduğu, kişinin ruh hali üzerinde yüksek etkisi bulunan, yineleyici düşünce dürtülerdir. İstemli bir çaba ile zihnimizden uzaklaştıramadığımız, istenmeden oluşan, kişiye ters gelen, ısrarlı, genellikle kötü düşünceler (ki dinde buna vesvese diyoruz), dürtüler, hayal ya da tasavvurlardır (simetri, mikrop kapma, aykırı cinsel düşünceler gibi). Kişinin aklından çıkartamadığı ve aklına gelmesine engel olamadığı, rahatsızlık ve sıkıntı veren, yani kaygı uyandıran ısrarlı fikirler, düşünceler, ya da görüntülerdir. Bu kaygı, günlük yaşamda rastladığımız genel kaygılardan farklıdır. Bu saplantılar, kirlenme ve bulaşma düşünceleri ya da bir işin yapılıp yapılmadığına dair duyulan ve kişiyi kontrole yönelten şüphelerdir (mesela kişinin fırının düğmesini kapatıp kapatmadığını hatırlamaması gibi).

Kompulsiyon (zorlantı) ise bir obsesyona tepki olarak yada katı kurallara göre yapılan motor yada mental eylemlerdir, obsesyonları rahatlatmak için yapılan tekrarlanan hareketler, davranışlar ve düşünceler olarak tanımlanırlar. El yıkamak ve elektrik düğmelerini açıp kapayarak kontrol etmek gibi. Zorlantılar, keyif vermezler; bununla birlikte bu davranışlara karşı koymak rahatsız edicidir. Kompulsif davranışlar obsesif düşünceleri etkisizleştirmek için yapılan davranış ve hareketlerdir.

Obsesif Kompulsif Bozukluğu hastalığı olanların sayısı, Türkiye’de tam olarak tespit edilmemişken, ABD’de nüfusun %3'ünü kapsamakta, sık rastlanan bir hastalık olup tüm dünyada 100 milyonun üzerinde insanı etkilemektedir. Pratik olarak her 50 kişiden birinde OKB bulunmaktadır diyebiliriz ve yaşam boyu görülme sıklığı ortalama % 2-3 tür. OKB, her yaş ve etnik gruptan kadın ve erkeklerde görülebilir ve genellikle de ergenliğin başlangıç yaslarında ya da çocukluk yaslarında başlar. Hastaların üçte ikisinde belirtiler 25 yaşından önce başlarken %15 ten az vakanın ise 35 yas sonrasında başladığı saptanmıştır... Ortalama başlangıç yaşı 20 olup, erkeklerde ortalama 19, kadınlarda ise 22 olarak saptanmıştır. Enteresan olan diğer bir nokta ise OKB’nin genellikle eğitimi, sosyal statüsü ya da IQ’su yüksek olan kişilerde daha çok görülmesidir. Yani tabiri caizse genellikle bir sosyete hastalığıdır desek yalan olmaz.

OKB’ ye sıklıkla diğer psikiyatrik belirtiler ve rahatsızlıklar eşlik edebilir. Bunlardan en sık görüleni depresyondur ki onun için OKB’nin “kanka”sı diyebiliriz ve OKB hastalarının yaklaşık %70-80'inde depresyonun görülmesi çok normaldir. Tourette sendromu, panik bozukluğu, fobiler, ve yeme bozuklukları da sıklıkla eşlik eden diğer bozukluklardır. Bu nedenle doğru teşhis ve tedavi için, belirtiler ortaya çıktığında bir psikiyatrist ile görüşmek elzemdir…

OKB’ ye çeşitli tıbbi hastalıklar da neden olabilir. Özellikle bazı nörolojik hastalıklar, ya da nörolojik belirtiler veren diğer tıbbi hastalıklar OKB belirtileri ile başlayabilirler. Bu nedenle özellikle geç yaşta başlayan OKB’de altta yatan bir tıbbi bozukluğun araştırılması önerilmektedir. Ayrıca çocuklarda çoğunlukla boğaz ağrısı, bademciklerde iltihaplanma, ateş ya da diğer ateşli hastalık belirtilerininde OKB başlangıcı belirtileri ya da OKB’de alevlenme ile kendini gösterebildiğine rastlamaktayız..

OKB’nin bilinen tek nedeni yoktur ve çeşitli etkenlerin bir araya gelmesi ile bu hastalığın ortaya çıktığı belirtilmektedir. Kesin olarak OKB’ye neden olan bir gen bulunamamaktadır ve bunla alakalı araştırmaların devam ettiğine şahit oluyoruz ancak OKB hastalarının yakınlarında bu hastalığın görülme olasılığı artmaktadır. Fakat aynı ailede görülen OKB semptomlarının aynı olması gerekmiyor yani mesela babada kontrol etme kompulsiyonları görülürken kızında sık sık görülen el yıkamaları olabilir. Bazı araştırmacılar bu hastalarda beynin ön kısmı olan “frontal kortex” ile iç yapılardan “bazal ganglionlar” arasında iletişim kopukluğu olduğunu ileri sürmektedir. Aile içi sorunlar veya stres yaratan durumlar bu hastalığa genellikle yol açmaz ancak var olan hastalığın alevlenmesine yol açabilir. Arastırmalar ayrıca obsesif-kompulsif kişilerin genelde, mükemmelliyetçi ve baskıcı ebeveynlere sahip olduğunu gösterir. Çocukluklarında ailelerinin istediği gibi olmaya, onların istediği davranışları yapmaya zorlanmaları bu hastalığın oluşumunda bir etken kabul edilebilir.

Tedaviye gelince, bunda daha cok öncelikli olarak hastalığı tedavi etmek sonra da hastalığın tekrarlamasını önlemektir. Tedavide ilaçlara ve psikoterapiye yer verilmektedir. Genellikle “bilişsel davranışçı tedavi” uygulanır. Bundaki amac, hastanın hastalık ile ilgili farkındalığının ele alınması, hastalığı ve tedavi konusunda bilgilendirilmesidir.. Tedavinin başlarında bilişsel ve davranışçı tedaviyi oturtmak ve tedavi dozunu ayarlamak amacı ile haftada en az bir kez doktor kontrolüne gitmek gerekir. Hastalık yatıştıkça kontroller seyrekleşir, tamamen düzeldikten sonra da yılda bir kez bile olsa kontrole gitmekte fayda vardır. Tedavi süresince hastanın kendi kaygısını kontrol etmesi gerekir ki bu bazen imkansız hale gelebilir. Böyle yorucu bir tedaviyi geçirdikten sonra aniden tedaviyi kesmek kesinlikle önerilmez. Tedavinin seyri sırasında tedavi ile ilgili sorunlar ortaya çıktığında bunun doktor ile paylaşılmasında fayda vardır. Ve tüm hastalıklarda olduğu gibi hastaların hastalıkları konusunda kendilerini eğitmeleri çok önemlidir

OKB’ye ömründe bir kere yakalanmış olan insanlar, kolayca kurtulabilirler fakat geri kalan hayatlarında ufak da olsa bu hastalığın izlerini, etkilerini görmeleri cok normal karsılanmalıdır. Acı ama gercek olan sey OKB yaşamış insanın hastalıktan yüzde yüz kurtulması imkansız gibi birşeydir. Bu arada çeşitli nedenlerle hastaların OKB tanısı alması gecikebilir. Bunun nedeni hastaların yaşadıklarının hastalık olduğunun farkında olmaması olabilir.

Son olarak örneklerimizi filmlerden vermeye devam edicem ve OKB’yi canlı bir sekilde anlayabilmek için size bir film tavsiye edeceyim, Julia Roberts”ın “Yatagımdaki Düşman” filmini izlemiştir bir çoğumuz, eğer izlemediyseniz ve Obsesif Kompulsif Bozukluğu hat safhada görmek istiyorsanız, bu filmdeki Julia Roberts’ın kocasını dikkatle izleyin... İzledikten sonra inanın şu ana kadar ne anlatmak istediğimi çok iyi bir şekilde anlayacaksınız…

Down Sendromu

İlk kez 1866 yılında Langton Down adında bir araştırmacı tarafından ortaya çıkarılan Mongolizm'in diğer bir adı da "Down sendromu" dur. Zaman içinde bu hastalığın kromozomal düzensizliklerle ilişkili olduğu, yani genetik olarak ortaya çıktığı anlaşılmıştır. En basit ama biras da karmaşık tanımıyla Down Sendromu ya da Mongolizmi şu şekilde açıklamaya çalışalım. İnsan, hücrelerinde 46 kromozom içeren bir canlıdır. Kromozomlar hem insan ırkına ait, hem de bulunduğu canlının bireysel özelliklerine ait bilgileri depolayan DNA yapılı moleküllerdir. Bu DNA molekülleri de vücudun işleyişiyle ilgili bir maddenin üretimine ait bilgiler içeren farklı genleri taşır. Bilindiği üzere bu 46 kromozomun yarısı anneden yarısı da babadan gelir. İşte Down sendromu insanlarda normalde anneden bir, babadan da bir olmak üzere iki adet gelen 21. kromozom bilgisinin hücrede üçüncü kez yeralmasıyla ortaya çıkan belirtiler topluluğudur. Bu fazladan kromozom yani DNA bilgisi hücresel seviyede çeşitli genlerin iki kez değil üç kez ifade bulması (overexpression) ve böylece çeşitli maddelerin üretiminde anormallikler oluşmasına neden olur. Bu hücresel düzeydeki anormallikler bebeğin vücuduna yansıdığında karşımıza Down sendromu belirtileri topluluğunun çıktığına şahit oluyoruz.

Çocuğunuzun fiziksel görünümü diğer çocuklardan biraz farklı olabiliyor, bir takım sağlık sorunları bulunabilir. Fakat unutmayın ki, bazı çocukların sarı saçlı, bazılarının mavi gözlü olması gibi sizin çocuğunuzun da Down Sendromlu olması bir genetik farklılıktır.

Down Sendromu konusunda iki şey kesindir. Birincisi, Down Sendromunun kaynağı anne-baba değildir ve hamilelik öncesi veya sırası olan hiç bir şey çocuğun Down Sendromlu doğmasına yol açmaz. İkincisi, diğer çocuklar gibi Down Sendromlu çocukların da kendilerine özgü kişilikleri, yetenekleri ve düşünceleri vardır. Diğer çocuklar gibi onlar da farklı kişiliğe sahip bir birey olarak büyüyeceklerdir.

Down sendromu her ırktan, yaştan ve ekonomik seviyeden insanı etkilemektedir ve yaklaşık olarak her 800 ila 1000 doğumdan 1 inde görülebilmektedir. İnanmasi zor ama Amerikada yaklasik 350,000 in üzerinde insan Down Sendromludur. Unutmayiniz ki şüpheli durumlarda çocuğun kan hücrelerinden veya doğmamış çocuklar için annenin karnında iken bebeğin içinde bulunduğu sıvıdan örnek alınarak kromozom analizi yapılabilir. Bugün ülkemizdede bu konuda güvenilir merkezler vardır. Eğer şüpheli bir durum varsa çocuğunuzu bu konuda uzman birilerine göstermeniz çok önemlidir.

Down sendromlu kişilerin çok değişik özellikleri vardir. Bunların bazilarini şu şekilde sıralayabiliriz; yuvarlak yüz, gözde irisin nokta nokta olması, küçük ve kıvrık kulaklar, kısa ya da geniş bir boyun, gevşek boyun derisi ve genellikle küçük bir burun en çok görünen özelliklerdendir. Birtakım gelişme gerilikleri gösteren bu engel türünde, kalp hastalığı, boy kısalığı ve bazen de ağır zeka geriliği görülebilir. Ancak diğer tüm psikolojik bozukluklar gibi tüm bu özelliklerin her hastada aynı olması gibi bir durum söz konusu değildir. Belirttigimiz özellikler sadece genel özelliklerdir. Down sendromunda IQ'nun genellikle 50 civarında ya da daha düşük olduğu görülüyor. Down sendromu olanların çoğu gayet normal bir sekilde yürüyebilir ve konuşabilir. Fakat bu tip çocuklarda ergenlik genellikle gecikiyor.

Doğuştan gelişmeleri biraz geri olan bu çocuklar aileyi korkutabilmekte sanki gelişemeyeceklermiş gibi algılamalar olabilmektedir. Halbuki bu çocuklar da tüm diğer çocuklar gibi gelişecekler ve büyüyeceklerdir. Belki gelişme hızları biraz yavaş olacak, ancak mutlaka iyiye gideceklerdir. Bu iyilikte tıbbi bakım, uygun çevre ve eğitim olanaklarının büyük payı olduğu gibi sevginin yeri de unutulmamalıdır.

Çocuklar için yapılacak çok şey var aslında… Mesela down sendromlu bebeğinizin tüm vücuduna üfleyebilir, onu gıdıklayabilirsiniz. Onu sık sık döndürüp çevirin. Bebeğinizi her zaman giydirmeyin. Onu yünlü ve tüylü bir battaniyeye ya da hışırtılı bir kağıdın üzerine yatırarak vücut sinirlerinin farklı bir duyguyu yaşamasını sağlamak ona iyi gelebilir. Kağıdın çıkardığı ses, onu hareket etmeye yöneltecektir. Unutmayın sesler bebek için birer uyarıcı ve ödüldür. Onu karyolanın ayak ucuna çok yakın bir yere veya duvar kenarına koyun. Bebeğinizi yüzüstü yatırın ve gözünün önüne parlak ve ses çıkaran bir nesne koyun; ancak koyduğunuz nesne başının üzerinde olsun. Bu onun başını kaldırmasını ve boyun kaslarını çalıştırmasını sağlayacaktır. Eğer bebeğiniz gerinip sırtını hareket ettiriyorsa, ıslık çalıp, şarkı söyleyebilirsiniz. Aniden azalan değişik sesler çıkarın. Bebeğinize karşı çocukça davranmaktan hiçbirzaman korkmayın. “Ah” ve “oh” seslerinin, hiç bir normal konuşmanın yaratamayacağı hareketleri yaratmasını görmek çok ilginç olacaktir. Kollarına ve ayaklarına küçük ziller bağlayın. Bu onun daha sık ve daha amaçlı bir şekilde kollarını oynatmasını ve tekme atmasını sağlayacaktır. Farklı ellerini kullanmayı öğrenecektir.

Bebeğiniz emeklemeye çalışmıyorsa, onu bir rulo halinde sarılmış havlunun üzerine yatırarak banyo yaptırabilirsiniz. Bu rahat havlu göğsüne ve karnına destek olacak ve kollarının su içinde rahatça hareket etmesini sağlayacaktır. Bu pozisyonlarda hareket ederken, bebeğiniz emekleme hareketlerine çok yaklaşabilir hatta bunu basarmasi icten bile degildir.

Bu bebekler doğduklarında tipik bir yüz görünümleri vardır. Baş nispeten ufaktır, ense kısa ve geniştir. Burun kökü yassılaşmıştır, kulaklar kafada normalden düşük bir seviyede durur ve gözler birbirinden ayrık ve çekik görünür. Dil ağıza göre genellikle çok büyük olduğundan dışarı taşmış gözükür. Ense cildi oldukça gevşek olduğundan ensede genellikle boğumlar vardır. Bu bebeklerin tonusları vücut gerginliği düşüktür. Parmaklar kısa ve tombuldur ve sıklıkla avuçiçlerinden birinde ya da ikisinde simian çizgisi adı verilen tek bir çizgi vardır. Ellerin serçe parmakları genellikle içe doğru kıvrımlıdır.

Down sendromlu bebeklerde en sık kalp hastalıkları ve sindirim sistemi hastalıkları görülür. Kalp defektinin ağır olması bebeğin henüz doğmadan önce kalp yetmezliği nedeniyle tüm vücudunun şişmesine neden olabilir. Bazı durumlarda sindirim sistemindeki defektler tıkanıklıklara neden olur ve bu durumların acil ameliyatla giderilmesi gerekebilir.

Down sendromunun birçok aile için en üzücü özelliği bebek büyüdükçe barizleşen zeka geriliğidir. Bunun şiddeti bebekler arasında önemli farklılıklar gösterir. Bu bebeklerin erken dönemlerden itibaren özel bazı eğitim programlarına alınması ile başarılı sonuçlar alınabilmektedir. Bunun herzaman için bilincinde olmakta fayda vardir. Bebeğin gelişimine göre buna karar verebilirsiniz.

Klinik bulgularla yeni doğanda Down sendromu tanısı koymak genellikle kolaydır. Ancak kesin tanı kromozom analizi yapılarak konur. Kromozom analizi ayrıca Down sendromu'nun "hafif" şekli olan mozaik durumunun belirlenmesinde de önemlidir. Mozaik kromozom yapısına sahip bebeklerde kromozomların bir kısmı normal yapıda olduklarından sendromun tipik özelliklerinin bir kısmı gözlenmeyebilir ve zeka geriliği de daha hafif olur.

Muhakkak ki insanlar birbirlerini severek çocuk sahibi olmak isterler ve kimse doğacak çocuğu için güvenceye sahip değildir. Sonradan başka bir sebeple de çocuk zihinsel özürlü veya fiziksel kusurlu olabilir. Belki bir yaşa gelince herkes bakıma muhtaç hale gelebilmektedir. Unutmayin sağlık problemleri tüm insanlar için söz konusudur. Nasılki böyle durumlar için çevreden tıbbi ve sosyal yardım alınması gerekiyorsa down sendromu ile doğan çocuklar içinde aynı şeyin söz konusu olduğunu, bu çocukların gözlerine bakan her akıllı insan anlamak durumundadır. Down sendromlularda diğer çocuklar gibi sevgiye, bakıma ve eğitime muhtaçtır. Onları reddetmek insansı değerler –ki Türk toplumu kadar dünyada bu değerlerin bu denli yüksek olduğu başka bir toplumun da olduğundan bahsetmek çok zordur- ile bağdaşmaz. Çocuğumuzu toplumdan saklamak değil çevre ile ilişkilerinde de sabırlı, inançlı olup ısrarlı ve kararlı davranmak gerekir.

Şimdi tüm dünya nimetlerini bir kenara bırakarak sizden gözlerinizi kapatıp düşünmenizi isteyeceğim;

Bir sabah yatağınızdan uyanıyorsunuz, dışarda çok güzel bir bahar sabahı…
Ağaçlar yavaş yavaş çiçek açıyor ve yattığınız yerden kuş cıvıltılarını dinliyorsunuz…
Cennet dedikleri bu olsa gerek…
Ne kadar mutlu bir tablo değil mi?
Bir kısmımız işine gidiyor, bir kısmımız yürüyüşe çıkmış, bir kısmımız da balkonunda mutlu bir biçimde kahvaltı ediyor.
Öykümüzdeki gibi bir çocuğa sahip bir anne ise bu atmosfer içerisinde mutluluğu sadece çocuğunun hiç olmazsa birazcık gelişme yapabilmesinde buluyor. Onun için en büyük mutluluk çocuğunun gösterebilceği dünyalara değişemeyeceği ufacık bir farklılık belki de..
Kuş cıvıltıları mı? Pardon?!!
Güzel bir bahar sabahı?? Hani nerede??
Ya da ağaçlardaki o güzelim çicekler mi, boşverin gitsin!!


En güzel gününüzde bile, başarınızın en dorukta olduğu günde, büyük bir topluluğun sizi ayakta alkışladığı ve sizin mutluluktan gözyaşlarınızı akıttığınız bir an da düşünün, böyle bir anı doğuştan veya sonradan gelen bir özüründen dolayı hiç yaşayamayacak ve de hiçbir zaman çocuğu için bir başarısından dolayı övünemiyecek bir anne'yi düşünün. O annenin ise tek mutluluğu çocuğunun bir kelime fazla söylemesi veya defterine çizgiyi biraz düzgün çizebilmesidir.

O halde en önemlisi “DESTEK” olmaktır.

Biz özürlu olmayanlar, kendimizi bir an Down sendormluların oluşturduğu bir toplumda azınlıkta düşünelim, işte o an bize düşünleri daha iyi anlayabiliriz.


hya...

Bipolar Disorder

Hepimiz arasıra ortaya çıkan inişli çıkışlı hayatlar yaşıyoruz. Fakat bipolar bozukluk, yani eski tabiriyle manik depresyon veya iki-üçlü duygudurum bozukluğu, manik atak ya da manik depresif bozukluk hatta çift kutuplu rahatsızlık olarak da bilinen isim zengini bu hastalıkla muzdaripseniz bu iniş ve çıkışları daha ağır ve yoğun bir şekilde yaşamaktasınızdır ve bunlarla başa çıkma şansınız çok düşüktür. Bu insanların günlük yaşamda yaşadıkları iniş çıkışlardan cok farklıdır; bipolar semptomları çok aşırıdır, zordur ve ağırdır birden parlayıp aniden sönen durumlar sözkonusu olur.

Bipolar, ilişkilerin zarar görmesine, işte ve okulda başarısızlıklara ya da kötü performansa sebep olur. Ama unutulmaması gerekilen nokta bipolar hastalığı tedavi edilebilir ve bipolarlı insanlar üretici ve kesintisiz, dolu dolu yaşamlar yaşayabilirler zaten fıtrat olarak genellikle hayat doludurlar.

Bipolar, genellikle kişinin zor bir duruma girmesiyle ortaya çikan ruhsal bozukluktur. Mesela büyük kararlar aşamasında iki arada bi derede kalmak ya da eş-iş değiştirmek gibi durumlarda daha çok görünen büyük ölçüde kalıtsal bir rahatsızlıktır. Çok duygusal ve hassas bir kişiliğe sahip, kimseyi kırmak istemeyen, narin ya da hiçbirşeyi kendi kendine halledemeyecek kadar zayıf insanlarda daha cok görülebilir.

Bir sabah kendinizi çok iyi hisseder ve güne çok güzel bir başlangiç yapabilirken diğer gün güneşin doğuşuyla sizin depresyona girmeniz ve kendizi yataktan kalkamayacak kadar kötü hissetmeniz gayet normal olarak karşılanabilir eğer manik depresifseniz. Ve malesef bu ömür boyunca sürebilir. 5.7 milyon Amerikalı yetişkinde bipolar hastalığı varken ülkemizde de bu sayının bir milyona hatta bazı araştırmalarda en az iki milyona kadar çıkabildiği yönündedir. Bipolar hastalığı tipik olarak ergenlik yıllarının sonunda veya erken yetişkinlik yıllarında gelişir. Ama bazı insanlar ilk semptomlarını çocuklukta yaşarlar ve bazılarında da yaşamlarının ilerdeki yıllarında ortaya çıkar. Eğer ailede bu hastalığı olan biri varsa diğer aile fertlerinden birinin de buna yakalanma olasılıgı çok yüksektir. Genellikle hastalık olduğu bilinmez, anlaşılmaz ve insanlara doğru teşhis konmadan ve gerektiği gibi doğru tedavi edilmeden önce, kişiler yıllarca çok fazla acı çekebilirler. Uzun vadeli bir hastalıktır ve bu hastalık çok dikkatle kişinin yaşamı boyunca kontrol altına alınmalı ve tedavi edilmelidir.

Şizofreni ve manik depresyonu birbirinden ayırmak önemlidir çünkü iki bozukluğun da birbirine benzeyen birçok özelliklerinin olduğunu söyleyebiliriz. Mesela iki hastalıkta tekrarlanan, süregen ve hem ilaç hemde psikoterapiye cevap veren ruhsal bozukluklardır. Fark olarak da, manideki insan bütündür, herşeyi bir bütün olarak yaşar fakat şizofreni de işler degişir, daha çok dağılmış, yaralanmış ve parçalanmış bir durum söz konusudur. Manik depresyon düşünceleri çarpıtır ya da bozar, korkunç davranışları uyarır, mantıklı düşüncenin temelini yok eder ve sıklıkla da yaşama isteği ve arzusunu yok eder. Aslında başlangıç olarak biyolojik bir hastalıktır ama kişi onun sebep olduğu psikolojik tecrübelerini yaşar. Hüngür hüngür ağlarken birden bire gülme krizine girebilirler ki burada ilk terapi yaptiğim ve bana biran için psikolojiden ömür boyu kopma tehlikesi yaşatan ilk hastamla alakali bikaç önemli noktadan bahsetmek istiyorum.

Manik depresif bir hastanin ne kadar tezat davranişlar sergileyebileceğini size anlatabilmemin çok zor olduğunu bunu anlayabilmeniz için şahsen tanık olmanız gerektiğini düşünüyorum aslında. Hıçkırıklar içinde ağlayan bir insan bunu bir anda kahkaha tufanına dönüştürüyorsa bilin ki karşınızda büyük bir ihtimalle bir manik depresif vardır. Duygusal davranmamamlı olabildiğince gerçekçi ve mantıklı olunmalıdır onlara karşı. Ve herşeye hazırlıklı olmada da yarar var. Seni seviyorum dedikten kısa bir süre sonra birden bire sizden nefret ettiklerini söyleyebilirler. Ve diğer depresyon türlerine göre bu hastalar daha zor iyileşir. Bu hastalığı yaşayanlar için hayat gerçekten zordur ki aynı şizofrenideki gibi intiharla sonuçlanan vak'aların bir hayli fazla olduğuna da şahit oluyoruz..

Manik ataklar sırasında kişi, son derece yaşam dolu, neşeli, canlı, mutluluktan uçan bir insan görünümü verir. Bununla birlikte aşırı tutumlar sonucu davranışlar, aile sosyal ve iş yaşantısı bozulur. Çok kolay motivasyonlarını kaybedebilirler, sorduğunuz bir sorunun cevabını anında almayışınız sizin probleminiz değil onların kendilerini kaybetmeleriyle alakalıdır.

Belirtilerine gelince, kişiden kişiye değişiklikler göstermekle birlikte genel itibariyle manik depresif bir hasta da şu belirtiler görülebilir;

•Aşırı konuşma eğilimi içindedirler, kişi, olağan durumundan farklı ve belirgin bir biçimde hızlı ve sürekli konuşmakta ve bazen karşısındaki insan tarafindan dinlenildiğinden emin olmaya çalısmaktadır,
•En önemli sayilabilcek özelliklerden biri uyku gereksinimlerinin düşmesidir, günlerce uyumadan yaşayabilirler ve buna rağmen kendilerini iyi hissederler, uykusuzluk onlar için bir problem teşkil etmez,
•Aşırı ve abartılı bir özgüven, izzet-i nefis görülür, kişi kendini, her şeye gücü yeten, her sorunu çözebilecek, giriştiği her işin üstesinden rahatlıkla gelebilecek bir durumda algılar,
•Kişi dikkatini belirli bir konu üzerinde, belirli bir süre tutmakta zorlanır. Zihinsel süreçler ve bunlara bağlı olarak konuşmalar, konudan konuya geçmekte, sıçramaktadır, sorularınız cevapsız kalabilir,
•Toplumsal ilgi belirgin bir biçimde artmıştır. Kişi çok daha sosyal, çok daha girişken, çok daha atak olur,
•Sonuçlarını hesaplamadan, yaşamdan zevk almaya yönelik etkinliklere girişilir,
•Giyiniş biçimini birden bire köklü bir şekilde değiştirebilir hatta eskisine nazaran daha da güzel ve baımlı bir hal alabilirler,
•Toplumsal kuralları zorlayan cinsel deneyimlere girişebilirler ve bunlar size çok saçma gelebilir onlar için gayet normal görünürken,
•Hesapsız para harcama en tipik özelliklerinden biridir, sonucunun ne olacağını düşünmeden hareket ettikleri için bu onlar için önemli değildir,
•Ayna karşısında uzun süre vakit geçirme gibi belirtiler kendini gösterir,
•Hastada sanrı ve varsanrı, ani saldırganlık ve ani hakaretler gözlemlenebilir, özellikle bu durum dikkat edilmesi gerekilen bir noktadir,
•Hastalar genelde uzun yıllar depresif bozukluk teşhisleri alabilir,
•Teşhis için hasta yakınlarını dinlemek çok önemlidir çünkü hasta kendi gerçek durumunun farkında olmayabilir ya da tersi hasta olarak tanımlanmamak korkusuyla hastalığını saklama ya da hekimi yanıltmaya çalışabilir, ve bazen bunda başarılı da olurlar.

Tedavisine gelince, eğer doğru tedavi uygulanmazsa hastalık daha çok ağırlaşabilir ve intiharla sonuçlanabilir. Bipolar bozukluk tedavisinde ilk tercih olarak duygudurum düzenleyicisi denilen ilaç grubundan Lithuril marka lityum karbonat tuzu kullanılır. Türkiye'de yaklaşık 30 bin kişi tarafından kullanılmaktadır. Yinelenen bir pataloji olması nedeniyle lityum tabletlerinin ömür boyu alınması gerekebilir. Genellikle Lithuril’in bir zaman sonra bırakılmak istenmesi de söz konusu fakat benim tavsiyem kesinlikle doktordan habersiz bunun yapılmaması gerektiğidir çünkü daha sonra çok daha ağır bir manik atakla karşılaşmak içten bile değildir. Eğer hasta cok daralıyorsa sadece dozunu azaltmalı ama bu doktorun da bilgisi dahilinde olmalıdir. Unutmadan Lityum tabletlerinin bazı yan etkileri görülebilir, bulantı, kusma, sık su içme gereksinimi, ellerde titreme ve kilo alma gibi. Hamilelik dönemleri süresince lityum kullanımına ara verilmelidir. Yani ne düşündüğünüz ya da ne hissetiğinizden çok doktorun tercihleri daha önemlidir. Eğer aniden bırakılırsa atak geçirme ihtimalinin fazla olduğunu gösteren birçok araştırma vardır.

İlaçla tedavi, hastalığın kontrol altına alınması içindir. Esas olan bir psikoloğun tedaviye katılmasıdır. Kişi, bir psikoloğun yardımıyla, depresyon eğilimlerine karşı bir savunma geliştirmelidir ve bu eğilime karşı da hazırlıklı olmalı, bitkiselliğe kadar varabilecek süreçlere müdahale etmelidir. İlac tedavisinin yanında, terapinin, aile yardımının, düzenli sporun –bu noktada doğru nefes alıp vermenin bile- sağlıklı beslenmenin, hatta güneş ışığının tedaviye yardımı çok büyüktür. Nasıl olacak gerçekten bende bilmiyorum ama olabildiğince stresten uzak bir yaşam sürmekte çok büyük fayda vardır. Unutmayın, atak geçirmeye iten şeylerin başında atak geçirecegim endişesi, dış etkenler ve yaşanan olumsuzluklar, negatif düşünceler ve de olayların üst üste gelmesi, stres, sıkıntı, can sıkıcı ya da olmak istenilmeyen bir ortamda bulunma... gibi etkenlerdir, bunlardan ne kadar uzak durulabilirse hasta için o kadar iyi olur.

Gözlerinizi kapatın ve düşünün, öyle birine aşık oluyorsunuz ki, bu insanın küçük ya da –küçük görüntüsünün içinde aslında kocaman olan- dünyasının içine bir tek kendisini sığdırabilen ve kimsenin hiçbir şekilde giremediği ya da kimsenin çaresi için bir ışık olamayacağı bir hastalığa muzdarip. Ve bu aşkın diğer faili de bir zihin hastalıkları doktoru.. Eğerki dünyaya bir manik depresifin gözünden bakmak istiyorsanız Mr Jones kesinlikle arşivinizde olması gereken bir film. Ama unutmadan kendisi ayni zamanda manik depresif olan bir arkadaşımdan dinlediğim filmin tamamıyla anlaşılabilmesi için kişinin bu depresif bozuklukla muzdarip olmasi gerektiği.. Benim şahsen çok beğendim ve etkisini hiç bir zaman kaybettirmeyen duygusal bir film Mr Jones. Bu arada gerçekten ilgiliyseniz Jimi Hendrix'in de çok güzel bir şarkısı var Manic Depression adında.. İlgililere duyrulur…


hya...

Tourette Sendromu

Cok asiri sicak bir yaz gunu,
Sicaktan patlamis bir haldesiniz,
Soyle buz gibi bir suyu kana kana icesiniz var,
Mutfaga dogru emin adimlarinizla ilerliyorsunuz,
Dolap kapagioni acar acmaz “Aman Allahiiiimm” nidasiyla geri kapatiyorsunuz..
O da ne, su kalmamis evde…
Musluk suyu da olmaz yani dimi,
En yakin istasyondan su siparisinizi veriyorsunuz ve
Aheste aheste balkondan sucunun gelmesini bekliyorsunuz,
Neyse ki saat ve yelkovan birbirini kovalarcasina geciyor ve sucu iste,
Sokagin basinda…
Neyse zil caliyor ve asagiya iniyorsunuz,
Sucu sirtindaki suyu yere dogru indirirken tam…
Birden bire bir ilkilme ve guclu bir bas sallama ile haykiriyor size karsi,
Ve ani bir omuz hareketi daha gozler kirpilmis bir sekilde,
Daha sonra ufak bir ciglik atiyor sucu cocuk,
Ve de beraberinde gelen bir titreme daha..............


Siz aslinda son olanlari balkondan izliyorsunuz, lakin ucer beser degil, onar yirmiser cikilmis bile merdivenlerden, ani bir atak sanmis ve suyu da parayi da birakip kacmissinizdir…Hikayemiz gercek bir olay aslinda, biz sadece hikayelestirdik okuyucumuz icin.. Bu ayki sendromumuz Tourette Sendromu..

Tourette ulkemizde cok yaygin fakat arastirmalarin yeterli olmamasi nedeniyle hala toplumda adini tam manasiyla edinememis bir sendrom. Adini Fransiz fizikci ve norologist Georges Albert Édouard Brutus Gilles de la Tourette’den almis. Binde bir gorunebilceke bir rahatsizliktir. Sosyal ve gündelik hayatı kayda değer derecede zorlaştıran noropsikolojik bir rahatsızlık ve tekrar tekrar meydana gelen istem-dışı, hızlı, ani hareketler veya sesler içeren tiklerle karakterize edilmis bir yeni dunya rahatsizligi.. Tourette hastalar zıplama, diğer insanlara veya eşyalara dokunma, koklama, dönme hareketleri yapabiliyor hatta daha da ileri gidip işitilen bir sesi ve kelimeyi tekrarlama, küfürlü konuşma, göz kırpma, göz çevirme, ağız oynatma, boyun bükme, omuz kaldırma, parmak-el oynatma, tekrar tekrar dokunma, boğaz temizleme, öksürme, sümkürme, derin soluk alma, sözcük yineleme, konuşurken takılma, bağıra çağıra açık-saçık sözler sarf etmek hastalığın diğer karakterize özellikleridir. Halk dilindeki genel anlami ise “istenmeyen zamanlarda istenmeyen yersiz kelimeleri agizdan kacirma sendromu” dur aslinda.. Cunku genel itibariyle hastaligin bu sekilde ortaya ciktigini arastirmalardan gorebiliyoruz..

Peki Tourette hastaligina yakalanmis birine nasil davranmaliyiz? Bu insanlar genelde toplumdan dışlanırlar ancak kendilerini benimseyen topluluklar içinde belirtiler azalmaktadır. Karşılaştığınızda kendinize hakim olmaniz cok onemli, ilk soku atlatma surecinizi en aza indirgeyip diger sarsintilara hazirlikli olmaniz gerekiyor. Korkmayın ve sinirlenmeyin, karşınızdakinin sizden biri ve bir insan olduğunu düşünün. sakın unutmayın bir hastalık değil bir sendromdur ve karsinizdaki hastanin siz korktukça stresi artacaktir ve belirtiler daha da sıklasip sertlesecektir. Eger sizing icin mümkünse zaman ayırip samimi olun cunku en az sizin kadar duyarlıdırlar ve samimiyetsizliğinizi anlarlar. Sendromun haklı kıldığının ötesinde yardımcı olmamaya ozen gostermeli ki bu sendromla özdeşleşmesine katkıda bulunmaniza yol acar. Sendromun en önemli sakıncası sendromu yaşamının bir gerçeği olarak değil, bir yaşam biçimi olarak benimsenmesidir, sizinle iletişim kurmaya çalışırken, en az sizin kadar sıkıntı çekiyordur ve çoğu zaman sendromu o biliyordur, siz bilmiyorsunuzdur. size istemsiz dokunmalarına, yumuşak temasla karşılık vermelidir. Mesela kolunuza sarılırsa elini bir çocuğun elini tutar gibi yumuşakca tutmali, guzel bir ses tonu, yumuşak bir üslup, onu insan yerine koymanız, ona değer vermeniz ve sevgi gösteremeseniz de biraz şefkat göstermeniz yapabileceğiniz en büyük yardımdır. Ve kesinlikle unutmamalidir ki bu hastaligi yasayanlarin hayati sizinkinden çok daha zordur.

hya...

Şizofreni

tanı kondu
tipik bir şizofreni
herkese uzakken, bir sana yakınım
alevleniyorum yine
sen, aklım gibi gidip gelirken karşıma
bakıyorsun bana
konuşuyorsun benimle
çöküyorsun bedenime…


Şizofreni’yle alakalı kurulmuş en güzel cümle Neredesin Firuze filminde geçen "eğer siz tanrı ile konuşuyorsanız bu normaldir, ancak tanrı sizinle konuşuyorsa ya peygambersiniz ya da ......" ve devam eden cümledir.. Aslında kısa ve kaba bir tabirdir bu ama bana direk olarak şizofreniyi çağrıştıran bir alıntı bu. Eğer yalın bir tarif yapmak istersek; benliğin gerçeklikle ve kendisiyle olan bağlantısını kaybedip kendine alternatif bir gerçeklik matrixi yaratması diyebiliriz, aklının ve ruhunun kendisiyle oyunlar oynayıp dalga geçtiği, tuzaklar kurduğu kişi yavaş yavaş gerçek dünyadan kopar ve aklının ona oynadığı tuzaklara yenik düşer. Çoğunluğun görmediği var olmayan nesneler görür, -ki biz bunlara halüsinasyon ve sanrı diyoruz- sesler duyar ve bunlar genel itibarıyla korkutucu imgelerdir. Ardından sahip olunan kişilik, bölünmeye parçalanmaya başlar. Bu şizofreninin cok basit anlatimli olağan sürecidir. Fakat bir yere not alınması gerekilen en önemli nokta anlaşılması en zor bozukluktur.

Şizofrenler, bir yandan hastalıklarıyla mücadele ederken, bir yandan da kendilerine yönelik önyargılarla uğraşmak zorunda kalırlar. Nesilden nesile aktarılan bu önyargılar nedeniyle, hayatla bağları yeterince kuvvetli olmadığı için toplumdan uzaklaşır ve tedaviden kaçınırlar. Ve genelde kendilerinin şizofreni hastalığını taşımadığını söylemektedirler. 17 ile 35 yaş arası, şizofreni hastalığının genellikle teşhis ve tedavi edildiği süreçtir. Fakat ileride birkaç defa daha yineleyeceğim üzere, tedaviye ne kadar erken başlanırsa sonuç da o kadar iyi olacaktır. Ve diğer önemli bir nokta da şizofren bir hastanın ilk yılki tedavi süreciyle ikinci yılki tedavi süreci arasında fark olabileceği kesinlikle unutulmamalıdır.

Hastalık genellikle 15-25 yaş aralarında başlamakla beraber orta yaşlarda başlaması da mümkündür. Hastalık ne kadar erken başlarsa kişilik üzerindeki harabiyet o kadar fazla olmakta, normal bir yaşam sürme şansı azalmaktadır. Genel olarak erkeklerde daha fazla görülüyor. Kadınlarda ise daha az ve daha geç yaşta başlıyor. Aşagı yukarı beş yıl daha geç basladiğinı soyleyebiliriz. Unutmadan bütün şizofrenler genelde "ben şizofren değilim" diye anlatmaya başlarlar, teşhisten hatta tedaviden sonra bile bu gerçek değişmeyecektir.

Şizofreni hastaları tehlikeli değildir ama toplumlar bu hastaları genellikle damgalarlar. Zararları çevrelerinden çok kendilerinedir aslında fakat bu görmezden gelinir. Eğer tedavi edilmezse ya da farklı bir yol (hastalığın cevap vermeyeceği) izlenirse intihar oranı çok yüksektir. Kısa bir süre içine sığdırmaya çalıştığım çok büyük uğraşlarıma rağmen şahsen tecrübe ettiğim ve doğruluğundan da kesinlikle şüphe duymadığım bir gerçek bu malesef. Eğerki doğru zamanda doğru tedavi uygulanmazsa, hastanın kendine zarar verebilme oranı çok yüksektir. Bu yüzdendir ki şizofreni hastalarında intihar oranı yüzde 10-15 dolayında seyrediyor. Tedavi edilmezse gerçekle hayali karıştırdıkları için tehlikeli de olabilirler.

Nedenine gelince, tam olarak bilinmese de pek cok etken şizofreni’ye neden olabilir; mesela beyindeki kimyasal, yapısal değişiklikler veyahut genlerle alakalı olabilir –ki nörolojik boyutuna girmiyoruz bile-, bunun yanı sıra uzun süreli stres ve yoğun üzüntüden sonra da ortaya çıkabiliyor. Ve hatta uzmanlar birdenbire ve pek çok nedene bağlı olarak ortaya çıkan şizofreniye anne karnında bile yakalanabileceğini söylüyorlar. Hamilelik döneminde geçirilen bir enfeksiyonun (kızamıkçık, çocuk hastalıkları vs.) bile çocuğun 20 li yaşlarında şizofren olmasına neden olabileceği bir gerçektir. Genellikle 15-25 yaş aralarında başlamakla beraber orta yaşlarda başlaması da mümkündür ve hastalık ne kadar erken başlarsa kişi üzerindeki negatif etkisi de o kadar fazla olmakta, normal bir yaşam sürme şansı azalmaktadır. Şizofrenler nadiren başkalarına zarar verirler, bunlar da genelde nöbet esnasında olur, tedavisi başlayan bir şizofreni hastasının size zarar verme olasılığı çevrenizdeki tüm "normal" olarak adlandırabileceğimiz insanlardan daha azdır. Tedavi gören hemen her şizofreni hastası normal yaşantısına devam edebilir, hepimizin yaptığı günlük işleri yapabilir.

Şizofreni sanıldığı gibi ender bir hastalık olmayıp her 100 kişiden birinde görülür ki Türkiyede'de 600 bin kayıtlı şizofreni vakası vardır. Aslında hastalıktan cok hastalığa neden olan etmenler uzerinde durulmalıdır. Hastalığa neden olan etkenleri bulup çıkarmak, ve bunların üzerinde durulması ilerisi açısından çok kayda değer bir yarar sağlayacaktır. Nitekim eğer bu etkenlerin önüne geçilmezse bu sayının katlanarak artmasını durdurmak olanaksızdır. Ve dünyada da 60 milyonun üzerinde şizofren hastası olduğundan bahsediliyor. Kesin olmayan rakamlara göre şizofreni hastalığı olan her 10 kişiden birinin yakınlarından birinde aynı hastalık vardır. Ebeveynlerinden biri şizofreni hastası olan çocuklarda kalıtım riski %10'dur.

Aklımıza şizofreni hastaları düzelebilir mi tarzında bir soru gelebilir. Buna verilebilcek cevap da, şizofreni’nin iyileşebilen bir ruhsal bozukluk olduğudur. Fakat bu iyileşmenin derecesi kişiye göre değişiklikler gösterebilir. Genç yaşta başlayan ve yıllar içinde giderek ilerleyen şizofreni genellikle daha zor düzeliyor. Çünkü şizofreni’nin tüm vücudu kaplamış olma riski çok. İleri yaşta ve aniden ortaya çıkan şizofreni’nin seyri daha farklı ve hafif oluyor. Yani bu durumda hasta daha kolay kurtulabiliyor. Tedavisi ise öncelikle ilaç tedavisidir, şizofreni’nin tedavisinde yeni çıkan ilaçlar büyük ilerlemeler sağlamıştır ve bu ilaçların bazen yıllarca toplumdan kaçmış, kendi kabuğuna çekilmiş hastalara bile faydalı olduğu görülmektedir. Fakat psikoterapiler için aynı şeyi söylemek biraz olanaksız olsa da yararının olmadığını söyleyemeyiz. Uygun bir psikososyal yaklaşım hastalığın gidişini çok olumlu etkileyedebilir. İlaç tedavisiyle psikotik belirtiler ortadan kalktığında dahi hastalarda iletişim, motivasyon, kendine bakım ve sosyal ilişkiler kurmada zorluk devam edecektir. Ayrıca şizofreni genellikle erken yaşlarda başladığı için hastada sosyal ve mesleki beceriler hastalık öncesinde de kazanılamamış olabilir. Bu işlevler bir ölçüde kazanılmış bile olsalar, hastalıktan sonra eski seviyelerinden düşük hale gelirler ve bunu ilaçla tedavi edip aynı seviyeye getiremezsiniz. İşte bu aşamada psikososyal tedavilerin kullanılmasında yarar vardır bu tedaviler, bu sosyal, psikolojik ve mesleki zorlukları yenmeye yarar. Psikoterapi, belirtileri hafif olan hastalarda ya da belirtiler ilaçla kontrol altına alındıktan sonra uygulanabilir. Fakat yanlış yapılabilcek bir tedavi uygulaması şizofreni’yi daha da ağırlaştıracaktır. Bunun bilincinde olmalı ve ona göre hareket edilmelidir.

Şizofreni’nin Türleri:

Paranoyak Şizofreni: En yaygın şizofreni türüdür ve hastalığın normal insanlardan ayırdedilmesi oldukça zordur çünkü kişilerde hezeyanları doğrultusunda zaman zaman yapabilecekleri davranış dışında etrafa garip gelebilecek çok fazla belirti yoktur. Devamlı bır saplantı, kuruntu ya da deluzyon icerisindelerdir ama bunun farkında olabilmek biraz zaman alabilir. Hatta bazen onların sanrılarına inananlar bile bulunur, bütün bir ömrünü bu tip şizofreni ile geçiren ve fark edimeyen insanlar vardır.

Dezorganize (Dağılmış) Şizofreni: Bu hastalar da dağılmış konuşma ve dağılmış davranışlar görülebilir. Ya da duygulanım ifadeleri anlamsız yere sık sık değişir.Yani saçma sapan konuşmalar ya da etrafa saçma gelen davranışlar yaparlar, mesela ağlanacak şeye gülebilir, gülünecek şeye ağlayabilirler. Ve bunun dozunu da genelde kaçırdıklarından farkedilmeme riski biraz daha düşüktür.

Katatonik Şizofreni: Şizofreninin bu tipinde hastalarda uzun süre (saatler, günler) aynı garip postürde (duruş, vaziyet alma) duruşlar ve aşırı hareketler ya da aşırı negativist davranmalar olabilir. En tehlikeli ruh hastaları arasında yer almadıkları gibi şizofreni tipleri içinde zarar verme ihtimali en düşük gruba dahildirler.

Farklılaşmamış Şizofreni: Hasta muyene edildiğinde şizofreni tanısı konur ancak yukarıdaki tiplerden hiçbirisi tam olarak ayırdedilemez. Hasta tamamiyle karma bir şizofreni tablosu çizmektedir. Burada baskın olan şizofreni tipi hastada tanıyı değiştirebilir...

Genel olarak türleri bu şekilde sıralayabiliriz ama bikaç farklı tip şizofreninin varlığından da bahsedilmektedir. Fakat her tür için aynı belirtilerin olmadığını görebiliyoruz, her bireyde hastalık farklı seyrediyor. Parça parça bir halde gelişmesi de mümkün ve çevre bunun farkına çok geç varıyor. Bazen maalesef iş işten geçmiş olabiliyor. Şizofreni’nin toplumda her yüz kişiden birisini etkilediğini biliyoruz. Dolayısıyla hemen herkesin bu hastalığa yakalanmış olan bir akrabası, bir arkadaşı ya da bir tanıdığının olduğunu söylemek abartı olmaz sanırım. Eğer bu kişilere yardımcı olmak ya da en azından zarar vermemek isteniyorsa birkaç temel ilkeye özellikle dikkat edilmelidir. İlk olarak, hasta kişiye ölçülü bir yakınlık gösterilmesi ve aşırı duygusal tepkilerden uzak durulmasidir. Hastayla aradaki mesafeyi iyi korumalı ve ona göre davranılmalıdır. Buna ek olarak, hastaların ilaçlarını düzenli bir şekilde alıp almadığına dikkat edilmeli ve gerektiğinde ilaç almaları yönünde uyarıda bulunulmalıdır. İlaç kullanmayan bir kişinin, bir yıl içinde yeniden hastalanma olasılığı yüzde yetmişin üzerindedir. Düzenli ilaç kullananlarda bu oran yüzde otuzbeşe kadar düşebiliyor.

Son olarak şizofreni ile alakalı birkaç ana husustan bahsetmekte yarar var.

- İlk olarak tedavi süreci ne kadar erken başlarsa o kadar iyi. Araştırmalar erken tanı konup tedavi sürecine vakit geçirilmeden başlanan hastaların iyileşme sürecinin daha kısa ve kolay olduğunu gösteriyor.

- İlaç tedavisi ilk önce yapılmalı. Ne olursa olsun, şizofreni ile ilgili ilk tedavi ilaç tedavisi olmalıdır, birçok hasta ilaca cevap vermeyecek olmasına karşın bu süreç takip edilmelidir.

- Kavramsal-davranışsal terapi şizofrenik septomlari kontrol altında tutmaya çalışır, normal düşünüp, normal karar verebiliyorlar bu tedaviyle birlikte. Terapi özellikle de dışarıdan gelen, aslında normalde olmayan nesnelerle mücadele gücünüzü arttırabilir. Bu yüzden psikoterapilerinde göz ardı edilmemelerinde yarar vardır.

- Diğerleriyle –yani şizofreni yanısın konmayanlarla- aynı sosyal ortamda bulunup, etkileşim içerisinde olmak şizofreni hastaları için yararlı olabilir.

- Şizofreni ile alakalı çalışmalardan ya da araştırmalardan haberdar olmalı ve yeri gelince de kullanmaya çalışılmalıdır. Özellikle de şizofrenik halüsinasyonların ya da seslerin gerçek olmadıklarını gösterebilmek onların da bu gibi durumlarda mücadele etmelerini sağlayabilir. Halüsinasyonları ya da yanılsamaları görmezden gelebilmeyi öğrenebilirler.

- Ve en önemlisi bilgileri devamlı tazelemek gerekiyor, çünkü araştırmaların sonu olmayacak ve hergün farklı bir tedavi ya da yeni bir düşünce ortaya çıkacaktır…

Son olarak Rahmi Vidinlioğlu'nun “Şizofreni Yalnız Oynanmaz” adlı kitabının arka kapağındaki yazıdan bikaç paragrafla noktalıyorum yazımı, özellikle psikolojiyle ilgilenen arkadaşların çok hoşuna gideceğini düşündüğüm felsefi açıdan kusursuz, yazarın kalp atışları, midesinde uçuşan kelebekler ve bilek burkulmalarını çok rahat farkedilebiliyor, tavsiye edilir…

Gittin! Seni benden, beni senden koparttılar! Kahpe bir intihara dönüş bileti gişedeki Azrail! Tımarhanelere kaldırdılar beni, kollarıma kocaman serum şişelerinde gözyaşları bağladılar.

Bitti! Her bitiş yeni bir başlangıcın fragmanıydı! Aramızdaki sıradağar gibi duran aşılmaz engel "Biz arkadaşız..." diye başlayan o çocukça masal değil, gözü dönmüş psikiyatristlerin yazdıkları ufacık bir kağıt parçasıydı: "Şizofrenik septomlar..."diye başlayan ve "...gözlem altında tutulmalı!"emir kipiyle noktalanan!

Ey Kâri! Şimdi dinleyeceğin her şey yalandır... Yalan.. Yalan.. Yalan, Bir yalanın utana utana gerçeğe dönüşmesi, tüm gerçeklerin arsızca yalana dönmesi ve neyin gerçek neyin yalan olduğunun artık hiçbir öneminin kalmadığı bir kaosun hikayesidir.. Kocaman, hiçbir şeyle tanımlanamayacak kadar büyük bir acının hikayesi...


hya...